Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 16 Aralık 1966 tarihli Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 17’nci maddesinde şöyle ifade edilmektedir: “Hiç kimsenin özel ve aile yaşamına, konutuna veya haberleşmesine keyfi veya hukuka aykırı olarak müdahale edilemez.”
Madde son derece açık. Ancak günümüzde sürekli yanımızda taşıdığımız akıllı cep telefonlarındaki onlarca uygulamadan yerküreye binlerce kilometre mesafedeki uydulara, neredeyse her sokak başında bulunan kapalı devre güvenlik kameralarından bize bir ürün ya da hizmet sunan bir şirkete kadar pek çok taraf yüz milyonlarca birey hakkında veri toplayabilmekte, bu verileri işleyebilmekte ve pek çok durumda elde ettiği verileri kâr amacı güden firmalara pazarlayabilmektedir. Yıllardır süregelen bu veri karmaşası, 2019 yılı sonunda Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan ve dünya çapında yüzbinlerce insanı etkisi altına alan COVID-19 salgını ile kamuoyu gündemini daha fazla meşgul etmeye başlamıştır. Salgının bir anda dünyaya yayılmasıyla Çin’de polis memurlarının kalabalık halde yürüyen insanlara baktığında o kişilerin vücut ısılarının dijital kasklarının ekranına yansıdığı ya da İsrail hükümetinin istihbarat teşkilatına cep telefonu sahibi vatandaşlarının konumlarını anlık olarak belirleme yetkisi vermesi gibi haber ve görüntüler sosyal medyada yaygınlaşmıştır. Salgını kontrol altında tutmak isteyen hükümetler eskisinden çok daha fazla veri toplamaya ve bu verileri salgının önüne geçmek için daha yoğun ve farklı şekillerde kullanmaya çalışırken, salgın korkusu yaşayan insanların ise bu tip yeni uygulamalara eskiye nazaran daha az tepki göstermesi, bu girişimlerin normalleşip salgından sonra da kalıcı hale gelmesi endişelerini beslemektedir...